12 August 2024

Devletler, ikilemler ve liberalizmin geleceği üzerine

Liberalizm insanlığa yeniden umut olabilir mi? İnsanı önceleyen bir anlayışın dünya siyasetinde egemen olmasının önünde ne gibi engeller var? Liberalizm neyi, nerede ve ne için yanlış yaptı?

Liberalizm kelime ve felsefi anlamıyla “özgürlük” ve “hak”lara dayalı bir düşünce pratiğini ifade eder. Batı kökenli bir kavramdır ve esasen gerek dünyevi gerek dinsel anlamda “insan”a, diğer bir deyişle “birey”e yönelik Avrupa’da süren kısıtlamalar ve baskılara bir cevap olarak doğmuştur. Çoğunluğu batı yarım kürede yer alan farklı ülkeler tarafından yaklaşık 400 yıldır geliştirilmeye devam eden bu düşünce sistemi, öncelikli olarak 17. yüzyıl İngiltere’sinde başta John Locke (1632-1704) gibi kanaat önderlerinin etkisinde gelişmeye ve daha sistematik hâle getirilmeye başlamıştır. Bu düşünce akımı, ilerleyen dönemlerde ise Amerikan Devrimi (1776), Fransız Devrimi (1789), İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) ve Soğuk Savaş’ın bitişi (1991) gibi farklı dönüm noktalarından büyük oranda etkilenmiş, son 200 yıldır çoğunlukla “galiplerin” düşünce akımı suretinde pozitif ve insani anlamlarını, en azından dünyadaki belirli entelektüel çevreler için her daim korumuştur.

Öte yandan Locke ve takipçilerinin dönemin İngiltere’sinde savunduğu üzere, bir topluluğun içinde “hakkını arama”, “baskıya sessiz kalmama”, “sivil toplum” bilinciyle “özgürlüğü̈ koruma” gibi hâlen referans alınabilecek önemli ilkeleri kavramlaştırmalarına karşılık, anılan hususların iç siyasetle sınırlı kalması, diğer bir deyişle uluslararası ilişkiler ve dış politika alanlarında liberalizmin anılan “etik” taraflarından bahsetmenin pek de mümkün görünmemesi; en “Batıcı”, “rasyonel” ve “insani” görülen devletlerde kendilerine “liberal” diyen aydınların dahi içindeki temel sorunsalı işaret etmiştir.

Liberal geleneğin bu açmazı, pek çok dış siyaset ve diplomasi uzmanı tarafından biraz da “mağrur” şekilde “devletlerin kendi alanlarında özgürlüğü”, “iç siyasetin dış siyasetten bağışık olması” -yani “iç mercilerin dıştan gelen her müdahaleye karşı dokunulmazlığı”- prensipleriyle açıklanmış; 19. yüzyılda iyice oturan ve sağlamlaştırılan ulus-devletler sistemi içerisinde bu konuda yapıcı eleştiriler dahi belli “marjinal” fikirlerle özdeşleştirilmiştir. Süreç içerisinde tıpkı spor veya olimpiyat müsabakaları gibi bölünen, kategorileştirilen ve bir rekabet ortamına itilen pek çok devlet için ise çaresiz tüm hızıyla devam eden yarışa dâhil olmak ve ilk sıralarda yer alınamasa da mücadelede geride kalmamak temel prensipler hâline gelmiştir.

Hepimizin gerçeği: Reelpolitik

Şüphesiz liberalizm ekolünün beşiği sayılan İngiltere başta olmak üzere, ondan bayrağı son 100 yıldır devralan Amerika Birleşik Devletleri, hatta “devletçi” ekolün gücüne rağmen Fransa ve diğer bazı diğer Batı ülkeleri de “gerçek insan hakları” ve “özgürlükler” felsefesini ortaya koydukları gerekçesiyle bu konuda düşünce hayatlarında kıpırdanma gösteremeyen çoğu devlete ve halklarına karşı hamlelerde bulunmuşlardır. Esasen bu hamleler, kolonyal dönemden başlayıp bulunduğumuz çağda, “insan”ı korumak adına “gayriinsani” askerî müdahalelere kadar uzanmıştır. Bu müdahaleler devam ederken anılan Batı ülkelerinin iç işlerinde “en liberal” düzeni yaşattıklarının altını çizmeleri ise bariz bir ikilemi daha da derinleştirmiştir.

Eleştirilerin 20. ve 21. yüzyılda bizi getirdiği nokta açıktır. Bu konuda özellikle on yıllardır devam eden Filistin sorunu başta olmak üzere “Batı üstüncülüğü”nün sistematik eleştirisini yapan düşünür Edward Said’e (1935-2003) hak vermemek mümkün değildir. Said, çokça referans edilen Oryantalizm eserinde (1978) bir nevi, Batı ile beraber bir liberalizm eleştirisini de ortaya koyar. Bu düşünce sisteminin doğduğu 17. asırda çokça karşısında durarak geliştiği, baskı, tek taraflılık ve üstüncülük fikriyatına karşı esasen kendi koruyamadığını belirtir. Edward Said, Batı’nın Doğu’ya ve kendinden olmayana karşı bakış açısını tarihsel olarak sakat bulmuş, sorunun köklerine dair ideolojik yönden de eleştirileri sağlamlaştırmıştır.

Bu eleştirilere karşı liberalizmin dış politikada söz söylediği alanlar ise sınırlıdır. Zira esasen dış politika, hâlen “ulus-devlet” çıkarını birinci sırada gören iki ana akımın çarpışmasına sahne oluyor. İki geleneksel rakip uluslararası ilişkiler teorisi durumundaki realizm ve idealizmin (veya kimi teorisyenlerce liberalizm) her ikisi de çoğunlukla İngiliz ve Amerikalı teori-yapıcılar tarafından geliştirilmiştir. İdealizm veya liberalizm, uluslararası ilişkilerde daha esnek, şekillendirilebilir ve gelişen bir kavramdır. Realizm ise devlet etrafında tek, doğrudan, yani “rasyonel çıkar, gerektiğinde iş birliği, yol kalmazsa çatışma” gibi net fikirlerle son 200 yılda insanlık tarihinde en kanlı çatışmalara zemin hazırlamıştır.

Reelpolitik dünyasında çoğunlukla yitip giden vatandaşlarının, dağılan ekonomilerinin ve sosyal yaşamlarının onarılması adına her gün yeni bir devletin çıkar, alan ve güç arayışında olduğunu söylemek ise mümkündür. Bunun aksini iddia etmek, ister idealizm ister liberalizm olarak adlandırılsın dış politikada çok kabul görmemektedir ve dar bir alandaki söylemden ibaret kalır. Bu nedenle kimi zaman “tatlı” olarak da sunulan bir rekabete ve çatışmaya uygun bir ortam hazırlasa da uzunca bir dönem rasyonel ve realist olmak genel doğruyu işaret eder. Ancak bu esnada klasik realist teorisyenlerce ifade edildiği gibi uluslararası politikada etiğe yer yoktur. Makyavelyen genel bir tutum, “akıllı politika yapıcılığını” ve “usta diplomatlığın da sırrını” ifade eder. Devletler, “rasyonel hesaplamacılık ajandası”na -ne mutlu ki- “evrensel insan haklarını”, 2. Dünya Savaşı ertesinde dâhil edebilmişlerdir. Fakat bu dâhil ediş sureci, kendini liberal adlandıran güçlerce Hiroşima ve Nagazaki’de olduğu gibi sivil alanların bir iki nükleer bomba eliyle haritadan silinmeye çalışıldığı bir dönemden sonra gerçekleşebilmiştir.

Tabula Rasa…

İşte liberalizmin dış politika ve dünya sistemi içerisinde sorunlu alanlarından çıkış politikası bu noktadan hareketle ele alınmalıdır. Belki de Locke gibi o dönemin aydınlanmacıları, dış politikayı sadece “kutsal” İngiliz İmparatorluğu’nun veya ülkelerinin çıkarlarıyla bir tutarak, esasen liberalizmi bilinçli şekilde yarım bırakmışlardır. Zira Locke gibi rasyonel bilime de gönül veren düşünürler, başlangıcında “boş bir levha/ Tabula Rasa” dedikleri insan zihninin geliştirilmesi fikrine öncülük etmiş ancak sonrasında Tabula Rasa, Batı dışı topraklara ve “bilinmeyen” yerlere tekabül ederek, takip eden yüzyıllar için zor gelişmelerin habercisi sayılmıştır. Nitekim bu topraklara, biraz da bilimin ve akılcı çıkarcılığın yardımıyla herkesten önce son sürat hücum etme, o esnada yeni, kendinden farklı ve “ilkel” olarak nitelendirdiklerini “küçük görme” ve ardından tüm “Tabula Rasa” bölgelerini içindekilerle birlikte topyekûn sahiplenme süreci başlamıştır.

Liberalizmle başlayan ve bir dönem “akılcı” görünen bu hareketlenmeler, bir sonraki adımda oralarda yaşayan “öteki”yi de ifade etse aslında “insan” olgusunun varlığını tümden reddeden akımlarına -sağ veya aşırı sağ ideolojilere- dönüşmeye başlamıştır. Locke’cu liberalizmden sonra geliştirilen faydacı ekol, insanın “ilahi bir güçten” -diğer bir deyişle maneviyattan- gelen doğal haklarını da reddederek durumun 18. yüzyıldan sonra şiddetlenerek sürmesine sebebiyet vermiştir. Ayrıca ekonomide rekabet, kapitalizm ve serbest piyasa tartışmaları da şüphesiz liberalizme, kendisine “devletçi”, “sol” ve “Marksist” diyen taraflar eliyle 19. yüzyılla beraber çok tartışılan yeni boyutlar da eklemiştir.

Ancak yaşanan tüm olumsuzluklara karşılık, liberalizmin tümüyle reddi ve bu düşünce kalıbının görmezden gelinmesi ve başta dış politikada bütün yolların reelpolitiğe çıkması gerektiğini belirtmek; geleceğe yönelik daha ümitvar kalmamız için doğru ve uygun olmayacaktır. Zira bu yolla karamsarlığa kapılmak; günümüzde hâlen pek çok kesimin ilgi gösterdiği Batı ülkelerinde gelinen gelişim çağının yakalanmasında, demokratik gelişimlerinde, “birey”in geçmişe daha bilinçli bakarak eleştirel kalabilmesinde liberalizmin, bilhassa iç politikada gösterdiği açık, şeffaf ve idealist değerler üzerine kurulu yaratıcı ve girişimci taraflarına da gözlerimizi kapamak anlamına gelmektedir.

Ümit var mı?

Liberalizmin dünya politikalarında ve insani bir uluslararası düzende daha güçlü̈ yer bulmasını teminen, devletin hızla güçlendiği her alanda birey özgürlüklerine ve dijital yeni çağa da uygun post-modern yeni kavramlaştırmalara açık olması; belki bu noktada önem kazanır. Bu yeni kavramlaştırmaların, 19. ve 20. yüzyılların “çıkar, fayda, ekonomik kâr maksimizasyonu” gibi çoğu üniversite ders kitabında hâlâ yer bulan liberal iktisadi ilkeleri altında oldukça kaygan bir zeminde ilerlemeye devam edeceği ise açıktır. Zira doğada pek çok hususta geçerli olduğu üzere bir kişinin, topluluğun veya devletin daha fazla çıkar ve ilerleme temelli hamlesi, diğer tarafın küçülmesine, zarar görmesine, hatta yok olmasına yol açabilir. Bu minvalde her tür ilişki özelinde ana çizgi, bireyin başladığı alana ait çizgiden, denge ve anlayış noktalarından geçer.

Bu noktada da dış politikada, uluslararası kurumlara ve daha gelişmiş hakemlik mekanizmalarına ihtiyaç duyulduğu bir gerçektir. “Yanlı hukuk” veya “yanlı hakem” riskine -yani insanın doğası gereği bozulma, gerçekten ve etik olandan sapma gibi olumsuz özelliklerine- karşı hakemlik sistemini de denetleyen jürivari mekanizmalara ihtiyaç duyulan bir dönem içinde bulunuyoruz. 2. Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler (BM) tam da bu yüzden değer kazanır. Ancak modern diplomasinin her zaman arkasında durmayı yeğlediği, diğer bir deyişle çıkar hesabında her zaman “öteki tarafı” görmezden gelmeye daha yatkın reelpolitik ise yoğun rekabet alanlarının birincil tercihi olmayı sürdürüyor. Bu da günümüzün belli hadiseler dışında çokça eleştirilen, pasif BM mekanizmasına sebebiyet verir. Buna rağmen reformlar ve insanlık için hâlen çok geç değildir.

Türkiye gibi ülkelerin de sürekli surette revizyon talebini yinelediği BM gibi kurumlarda ve kısır “çok taraflı” alanlarda etkin bir yeniden yapılandırma esastır. Bu yolda, belirli ülkelerin veto hakkının gözden geçirilmesiyle, anılan örgütlere güçlü̈ bir fiziki ve askerî altyapı kazandırılmasıyla -yani “hakemin de hakemi prensibiyle- hem başta BM gibi kapsayıcı alanlara hem de bu surette liberalizmin özde insanı önceleyen düzlemine -geçmiş yılların da hataları göz önüne alarak- uluslararası politikada daha fazla yaklaşılabilecektir.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...