16 April 2025

Anadolu'da kadının gücü ve ahilik içerisindeki yeri

Türk kadını ve ahilik teşkilatı arasındaki ilişki, günümüzde unutulsa da çok önemli bir yere sahip. Ahilik hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar ne? 13. yüzyılda kurulan Bacıyan-ı Rûm teşkilatının temel misyonu neydi? Osmanlı döneminde yaşayan Kadın ahilerin izlerine birlikte bakmaya ne dersiniz?

Türk kadını Orta Asya'dan başlayarak Anadolu'ya uzanan süreçte,  toplumsal hayatta önemli roller üstlenmişlerdir. Tarihsel kayıtlara ve gözlemlere baktığımızda, Türk toplumunda kadının sahip olduğu konumun, çağdaşı olan pek çok medeniyetten farklı ve daha ayrıcalıklı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyle ki 18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nu ziyaret eden Batılı bir seyyah olan Lady Elizabeth Craven, "Osmanlı kadar kadınların hür ve her türlü aşağılanmadan uzak olduğu bir ülke asla görmedim" diyerek bu duruma şaşkınlıkla dikkat çekmiştir. Bu gözlem, tesadüfi değildir. Türklerin köklü örf ve âdetleri ile benimsedikleri inançlar, tarih boyunca kadına sosyal hayatta istisnai bir statü tanımıştır.

Türk kadını, tarih sahnesinde hiçbir zaman pasif bir figür olmamış, sadece evin ve çocukların sorumluluğuyla sınırlı kalmamıştır. Tam tersine, erken dönemlerden itibaren Türk kadınının devlet yönetiminde aktif roller üstlendiğini görürüz: Ordulara komutanlık etmişler, valilik gibi idari görevlerde bulunmuşlar ve hatta devletler arası anlaşmazlıklarda elçilik gibi kritik diplomatik misyonları başarıyla yerine getirmişlerdir. Pek çok İlk Çağ medeniyetinde kadınlar isimsizleştirilirken veya ikinci sınıf vatandaş muamelesi görürken, Türklerde kadınlar her zaman değer görmüş; erkeklere tanınan siyasi ve sosyal haklardan büyük ölçüde yararlanmışlardır. Bu durumun köklerini, Türk mitolojisinin önemli figürlerinden, koruyucu ve yaratıcı bir ana tanrıça olan Umay Ana imgesinde bile görmek mümkündür: Umay Ana, kadının toplumdaki merkezî ve saygın konumunun mitolojik bir yansımasıdır.

İslamiyet öncesi dönemde var olan bu güçlü kadın profili, Türklerin İslam'ı kabul etmesinden sonra da devam etmiştir. Selçuklu Devleti'nde bu durumun somut örneklerini görürüz. Örneğin, devlet geleneği olarak "hatun" (hükümdarın eşi veya annesi), hükümdarın yokluğunda devlet işlerinde söz sahibi olabilir, hatta gerektiğinde danışılan bir merci konumundaydı. Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in eşi Altuncan Hatun'un, devletin işleyişindeki kritik rolü ve siyasi etkisi, bu geleneğin canlı bir örneğidir. İşte bu köklü gelenek, Anadolu coğrafyasında da kök salmaya devam etmiş; özellikle Türkiye Selçukluları döneminde gelişen ahilik teşkilatı içinde kadınların da kendilerine özgü bir örgütlenme modeli oluşturarak sosyal ve ekonomik hayata aktif katılımlarının yolunu açmıştır.

Ahilik teşkilatına daha yakından bakış: Kökleri, yapısı ve ilkeleri

13. yüzyıl Anadolu'sunda belirginleşen ve Anadolu'nun sosyal dokusunu derinden etkileyen Ahilik teşkilatının kökleri, aslında daha da eskilere uzanır. İslam inancının temel prensiplerinden olan "Emr-i bil-maruf nehy-i ani'l-münker", yani "iyiliği emretme, kötülükten sakındırma" anlayışı ahiliğin ahlaki temelini oluşturur. Kurumsal olarak ise Hz. Ömer döneminde oluşturulan ve piyasayı denetleyerek kötü malın dolaşımını, fahiş fiyatları engellemeyi amaçlayan "hisbe" teşkilatı, ahiliğin ekonomik ve sosyal düzenleyici rolünün ilk örneklerinden sayılabilir. Bu tür yapılar, İslam toplumlarında sosyal adaleti sağlamada uzun yıllar önemli rol oynamıştır.

Zamanla Abbasi Devleti'nde yaşanan zayıflamayla bu kurumların etkinliği azalınca, Halife en-Nâsır, bu geleneği "fütüvvet" teşkilatı adı altında yeniden canlandırmaya çalışmıştır. Fütüvvet, "gençlik, yiğitlik, cömertlik" gibi anlamlara gelen, ahlaki erdemleri ve mesleki dayanışmayı esas alan bir yapıydı. Kısa süre içinde, Abbasi Halifesi ile Selçuklu Sultanı arasındaki ilişkiler neticesinde fütüvvet teşkilatı Selçuklu ülkesinde de benimsenmiş ve yaygınlaşmıştır.

Anadolu Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddîn Keyhüsrev'in ikinci saltanatı döneminde (1205-1211) yapılan idari reformlar sırasında, toplumsal düzeni ve dirliği sağlayacak kurumlara özel önem verilmiştir. Bu çerçevede, fütüvvet geleneği Anadolu'da, Şeyh Mecdeddîn İshak gibi öncülerin katkılarıyla, "ahilik" adı altında daha sistemli, güçlü ve yaygın bir sosyo-ekonomik yapıya dönüştürülmüştür. Ahilik, kelime olarak "kardeşim" anlamına gelen "ahi" sözcüğünden türemiştir ve temelinde kardeşlik, cömertlik, yiğitlik, mesleki yeterlilik ve ahlak gibi değerler yatar.

Bu dönemde Anadolu'nun sosyal yapısını şekillendiren dört ana koldan bahsedilir: Gaziyan-ı Rûm (Anadolu Gazileri), Abdalan-ı Rûm (Anadolu Dervişleri/Abdalları), Ahiyan-ı Rûm (Anadolu Ahileri) ve Bacıyan-ı Rûm (Anadolu Kadınları/Bacılar). Bu dörtlü yapıdan en net şekilde Âşık Paşazade'nin tarihinde bahsedilir. Bu gruplar içinde en sistematik ve kalıcı örgütlenmeyi başaran şüphesiz Ahiler olmuştur. Ahilik, özellikle şehirlerdeki esnaf ve zanaatkârları bünyesinde toplamış, onlara mesleki eğitim vermiş, aralarındaki dayanışmayı güçlendirmiş ve bir ahlak sistemi oluşturmuştur. Bu örgütlü güç sayesinde Türk esnafı, daha önce ticareti ellerinde bulunduran gayrimüslimlerle rekabet edebilir hâle gelmiş, hatta onlara "yatuk" (tembel) demeye başlamışlardır.

Ahiliğin sadece ekonomik değil, aynı zamanda güçlü bir manevi ve dinî yönü de vardı. Teşkilat içinde "yiğit" (çırak/kalfa), “ahî” (usta/reis) ve "şeyh" (manevi lider) olmak üzere üç temel rütbe bulunurdu. Şeyh, teşkilatın tasavvufi boyutunu temsil eder, üyeler arasındaki manevi bağları güçlendirir ve ahlaki rehberlik yapardı. Ahilik toplantılarına ve teşkilatına başlangıçta gayrimüslimler kabul edilmezdi, bu da ticaretin ve ekonomik gücün Müslüman Türklerin elinde toplanmasına katkı sağlamıştır. Ancak zamanla, teşkilatın sağladığı sosyal ve ekonomik avantajlar nedeniyle bazı gayrimüslimlerin de Müslüman olarak ahiliğe katıldığı bilinmektedir. Bu yönüyle ahilik, Anadolu'nun İslamlaşma sürecine de dolaylı yoldan katkıda bulunmuştur.

Ünlü Faslı seyyah İbn Battuta'nın 14. yüzyılda Anadolu'ya yaptığı gezi sırasında tuttuğu notlar, ahiliğin o dönemdeki canlılığı ve etkisi hakkında paha biçilmez bilgiler sunar. İbn Battuta, Anadolu'nun hemen her şehrinde ahilerle karşılaştığını, onların inanılmaz bir misafirperverlikle kendisine ve yol arkadaşlarına yaklaştığını, konaklama, yiyecek-içecek gibi her türlü ihtiyaçlarını karşıladıklarını ve onları her türlü tehlikeye karşı koruduklarını detaylı bir şekilde anlatır.

Bacıyan-ı Rûm: Anadolu kadınlarının öncü örgütlenmesi ve gizemli lideri Fatma Bacı

Anadolu'da 13. yüzyılda şekillenen ve Âşık Paşazade'nin bahsettiği dörtlü sosyal yapı içinde belki de en dikkat çekici ve özgün olanı "Bacıyan-ı Rûm", yani Anadolu Bacıları/Kadınları teşkilatıdır. Tamamen kadınlar arasında oluşan bu yapının niteliği konusunda tarihçiler arasında farklı yorumlar bulunmaktadır. Bazıları bunun daha çok sosyal, kültürel ve ekonomik bir örgütlenme olduğunu düşünürken, bazıları ise askerî bir yönünün de bulunduğunu savunur. Hangi yorum doğru olursa olsun, Bacıyan-ı Rûm üyesi kadınların hayatın her alanında, gerektiğinde savaş meydanlarında bile aktif rol aldıklarına dair güçlü kanıtlar mevcuttur.

Bunun en çarpıcı örneği, 1243 Kösedağ Savaşı'nda Selçukluların Moğollara yenilmesinin ardından yaşanan Kayseri kuşatmasıdır. Moğol ordusu şehri kuşattığında, Bacıyan-ı Rûm'a mensup kadınların silahlanarak, âdeta birer savaşçı gibi şehrin savunmasına katıldıkları ve Moğollara karşı cesurca mücadele ettikleri tarihî kayıtlarda yer alır. Bu olay, Anadolu kadınının sadece sosyal hayatta değil, vatan savunmasında da ne kadar örgütlü ve kararlı olabildiğini açıkça göstermektedir.

Ancak Batı dünyasındaki bazı önyargılar, özellikle göçebe bir geçmişe sahip Türkmenlerin böylesine organize ve işlevsel bir kadın teşkilatı kurmuş olabileceğine uzun süre şüpheyle yaklaşılmasına neden olmuştur. Örneğin, Alman şarkiyatçı Franz Taeschner, Âşık Paşazade'nin eserindeki "Bacıyan-ı Rûm" ifadesinin bir okuma hatası olduğunu iddia etmiş, doğrusunun "Haciyan-ı Rum" (Anadolu Hacıları) veya Şamanist geleneklere atıfla "Bahşiyan-ı Rum" (Anadolu Bahşıları/Şifacıları) olabileceğini öne sürmüştür. Bu görüş bir dönem Zeki Velidi Togan gibi bazı tarihçiler tarafından da desteklenmiştir.

Fakat başta büyük tarihçi Fuad Köprülü olmak üzere yapılan çalışmalar ve özellikle Prof. Dr. Mikail Bayram'ın Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rûm üzerine yaptığı kapsamlı araştırmalar, bu teşkilatın gerçekten var olduğunu ve isminin de "Bacıyan-ı Rûm" olduğunu ortaya koymuştur. Bu çalışmalar, Türk kadınının tarih boyunca sergilediği aktif rolün 13. yüzyıl Anadolu'sunda bu özgün teşkilatla devam ettiğini göstermiştir. Kayseri'deki ahi teşkilatının kuruluşunda ve şehrin savunmasında kadınların oynadığı rol de bu örgütlü yapının varlığını destekler niteliktedir.

Bacıyan-ı Rûm teşkilatının kurucusu ve lideri olarak genellikle Fatma Bacı ismi ön plana çıkar. Fatma Bacı'nın kimliği konusunda da farklı görüşler mevcuttur. Yaygın kabul, onun ahiliğin kurucusu Ahi Evran'ın eşi ve dönemin büyük mutasavvıflarından Evhâdüddin Kirmânî'nin kızı olduğu yönündeydi. Ancak Mikail Bayram, Fatma Bacı'nın aslında Ahi Evran'ın eşi olmadığını, devrin bir diğer önemli mutasavvıfı Ali el-Mücerred'in kızı, dolayısıyla Ahmed er-Rufaî'nin torunu ve Ahmed el-Bedevî'nin gelini olabileceğini iddia eder. Bu kimlik, Osmanlı'nın kuruluş dinamikleri açısından daha anlamlı görünmektedir. Mikail Bayram'a göre Bacıyan-ı Rûm, ilk olarak Kayseri Çarşısı’ndaki dokuma ve örgü atölyelerinde çalışan, çoğunlukla Ahilerin eşleri ve kızları tarafından kurulmuştur.

Teşkilata üyelik iki temel şekilde gerçekleşiyordu: Birincisi "söz ile bağlananlar"dı; bunlar teşkilatın faaliyetlerine daha dolaylı katılan, destekleyici üyelerdi. İkincisi ise "kılıç ile bağlananlar"dı; bunlar teşkilatın çekirdek kadrosunu oluşturan, daha aktif ve gerektiğinde askerî görevler de üstlenebilen üyelerdi. Efsanelere konu olan savaşçı kadınların bu gruptan çıktığı düşünülmektedir. "Kılıç ile bağlanan" bacıların kendilerine özgü, askerî üniformayı andıran kıyafetleri ve beyaz keçeden yapılmış başlıkları (külah) vardı. Maddi ve manevi olarak teşkilatı ayakta tutanlar da büyük ölçüde bu gruptu.

Bacıyan-ı Rûm teşkilatı, en büyük sınavını Moğol istilası ve baskısı döneminde vermiştir. Ağır vergiler ve Moğol zulmünden bunalan halk, ahilerin ve bacıların etrafında toplanarak bir direniş ruhu oluşturmuştur. Bu direnişteki rolü nedeniyle Bacıyan-ı Rûm'un lideri Fatma Bacı'nın Moğollar tarafından yakalanıp esir edildiği ve yaklaşık on beş yıl esaret altında tutulduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Ancak babasının saygın bir âlim olması nedeniyle esareti süresince kendisine kötü davranılmadığı da rivayet edilir. Esaretten kurtulduktan sonra Kırşehir'e, Ahi Evran'ın yanına (eğer eşi ise) veya ahi merkezine gittiği ve Moğol baskısına karşı halkı yeniden örgütlemeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Bu çabalar sonucunda Türkmenler Moğollara karşı isyan etmiş ancak bu isyan Moğollar tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştır.

Fatma Bacı'nın 13. yüzyıl Anadolu'sundaki etkisi sadece bu direnişle sınırlı değildir. Onun, Bektaşi geleneğinin kurucusu Hacı Bektaş Velî ile de yakın ilişki içinde olduğu düşünülmektedir. Hatta Bektaşi kaynaklarında sıkça adı geçen, Hacı Bektaş'ın sırlarına vakıf olduğu söylenen ve vefatından sonra türbesini yaptıran "Kadıncık Ana" veya "Hatun Ana"nın aslında Fatma Bacı ile aynı kişi olduğu Mikail Bayram tarafından güçlü bir şekilde iddia edilmektedir.

Hacı Bektaş Velî'nin menkıbelerini anlatan “Velayetnâme”de de "Fatma Bacı", "Fatma Ana", "Kadıncık Ana" gibi isimlerle bu önemli kadına sıkça atıfta bulunulur. Kısacası, Fatma Bacı, sadece önemli ataların kızı veya eşi olmanın ötesine geçerek, kendi başına Anadolu'nun sosyal, kültürel ve manevi hayatında derin izler bırakan tarihi bir şahsiyet hâline gelmiştir. Onun öncülüğünde kurulan Bacıyan-ı Rûm, Moğol istilası gibi zorlu dönemlerde Anadolu Türklüğünün birliğini koruyan ve Moğol sonrası yeniden dirilişin temellerini atan önemli kurumlardan biri olmuştur.

Selçuklu sonrası dönem: Beyliklerde ahiliğin ve kadınların devam eden etkisi

Anadolu Selçuklu Devleti'nin Moğol baskısıyla zayıflayıp dağılmasının ardından Anadolu'da irili ufaklı Türk Beylikleri kuruldu. Bu yeni dönemde de ahilik teşkilatı, sosyal ve kültürel hayatın temel direklerinden biri olmaya devam etti. Ahiler, özellikle Batı Anadolu'da kurulan Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Menteşeoğulları gibi beyliklerin şekillenmesinde, şehir hayatının düzenlenmesinde ve kültürel kimliğin korunmasında hayati bir rol oynadılar.

İbn Battuta'nın seyahatnamesi, bu dönemdeki Ahilerin canlılığına dair eşsiz bilgiler sunar. Özellikle Denizli'ye vardığında yaşadıkları, ahilerin misafirperverliğini ve şehirdeki etkinliklerini gözler önüne serer. İbn Battuta, şehre girer girmez farklı ahi gruplarının (Ahi Sinan ve Ahi Duman zaviyeleri) kendilerini misafir etmek için âdeta birbirleriyle yarıştıklarını, hatta bu yüzden aralarında tatlı bir çekişme yaşandığını hayranlıkla anlatır. Bu ahilerin çarşıda dükkânları olan, ticaretle veya zanaatla uğraşan kimseler olduğunu belirtir. Ayrıca İbn Battuta, Denizli'deki bir bayram törenini anlatırken; sultanın askerleriyle birlikte ahilerin de silahlı olarak törene katıldıklarını, her sanat erbabının kendi topluluğuyla düzenli bir şekilde yer aldığını ve ahilerin silahlarıyla âdeta bir güç gösterisi yaptıklarını aktarır. Bayram namazı sonrası kesilen kurbanların ve hazırlanan yemeklerin fakirlere dağıtılması gibi sosyal yardım faaliyetlerinden de bahseder. Bu anlatımlar, ahilerin sadece misafirperver değil; aynı zamanda örgütlü, silahlı ve sosyal sorumluluk sahibi bir topluluk olduğunu gösterir.

Ahiliğin bu denli etkili olduğu bir ortamda, kadınların da ahilik içindeki rollerinin devam ettiğini düşünmek doğaldır. Zaten beylikler dönemi, Türk devlet geleneğinin birçok özelliğini sürdürmüş, bu çerçevede kadınlar da siyasi ve sosyal hayattaki etkinliklerini korumuşlardır. Bu dönemde de kadınların ordulara komutanlık yaptığına, idari görevler üstlendiğine ve diplomatik misyonlarda bulunduğuna dair örnekler mevcuttur:

  • İlaldı Hatun: Osmanlı Sultanı 2. Murad'ın kız kardeşi olup, eşi Karamanoğlu İbrahim Bey ile ağabeyi Sultan Murad arasındaki anlaşmazlıklarda arabuluculuk ve elçilik yapmıştır.
  • Mama Hatun: Anadolu'da kurulan ilk beyliklerden Saltukluların hükümdarı 2.  İzzettin Saltuk'un kız kardeşi olup, Erzurum Melikesi olarak görev yapmış, hatta Eyyubilerle yapılan bir savaş sırasında beyliğin başında bulunmuştur.
  • Hatice Hatun: Dulkadiroğulları Beyi Nasîrüddin Mehmed Bey'in eşi olup, Memlûk Sultanı Baybars ile yaşanan siyasi sorunları çözmek için Kahire'ye elçi olarak gönderilmiş, başarılı diplomatik görüşmeler yaparak Kayseri şehrinin yönetimini beyliği adına almayı başarmıştır.
  • Tuğa Hatun: Anadolu'da Moğol sonrası kurulan Uygur kökenli Eretna Devleti'nin hükümdarı Alaeddin Eretna'nın eşidir. İbn Battuta, Kayseri'de Tuğa Hatun ile görüştüğünü, onun tarafından çok iyi ağırlandığını, kendisinin bilge ve cömert bir hanımefendi olduğunu övgüyle anlatır.

Bu gibi siyasi ve diplomatik örneklerin yanı sıra, kadınların sosyal ve kültürel hayata katkıları da devam etmiştir. Özellikle vakıflar kurarak topluma hizmet etmişlerdir:

  • Hafsa Hatun: Aydınoğulları ailesine mensup bu hanım, Aydın bölgesinin fethinden hemen sonra Antiokhia (muhtemelen bugünkü Kuyucak civarı) yakınlarında bir imarethane ve hayır kurumu inşa ettirmiştir. Bu yapı, bölgenin Türkleşme sürecindeki ilk imar faaliyetlerinden biridir ve bir kadın tarafından yaptırılmıştır. Bu imarethanenin Ahi prensiplerine göre işletilmiş olması muhtemeldir.
  • Gülgün (Gülfem) Hatun: Saruhanoğulları Beyi'nin ailesinden olup, Saruhan ilinde (Manisa ve çevresi) hayır kurumları yaptırmış ve bu kurumların da ahilerle bağlantılı olduğu düşünülmektedir.
  • Sultan Paşa Hatun ve Fatma Hatun: Menteşeoğulları Beyliği'nde bey eşleri olan bu hanımların da benzer hayır faaliyetlerinde bulundukları bilinmektedir.

Beylikler dönemine ait kaynakların sosyal hayata dair detaylı bilgi verme konusunda sınırlı olması nedeniyle bu dönemdeki kadın ahi faaliyetlerinin tüm boyutlarını tam olarak bilemiyoruz. Ancak mevcut veriler ve Osmanlı dönemine yansıyan izler, 13. yüzyıldaki Bacıyan-ı Rûm teşkilatının zamanla ayrı bir yapı olmaktan çıkıp, ahilik teşkilatının bir alt unsuru hâline geldiğini ancak kadınların ahilik içindeki etkinliklerinin ve sosyal hayattaki rollerinin aynı yoğunlukla devam ettiğini göstermektedir. Özellikle Ankara gibi ahiliğin merkezî konumundaki şehirlerde kadınların tiftik eğirerek iplik ürettikleri ve bunun ticaretini yaptıkları, bu kadınların Bacıyan-ı Rûm geleneğinin devamı oldukları düşünülmektedir.

Osmanlı döneminde kadın ahilerin izleri: Zaviyeler ve vakıflar

Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşu ve yükselişiyle birlikte ahilik teşkilatı zamanla devlet kontrolüne girse ve eski özerkliğini yitirse de özellikle ilk yüzyıllarda sosyal ve ekonomik hayattaki etkisi devam etmiştir. Bu etkinliğin içinde kadınların rolü de sürmüştür. Osmanlı arşiv belgeleri, tapu tahrir defterleri ve vakfiye kayıtları, birçok ahi zaviyesinin (ahilerin toplandığı, misafir ağırladığı, bazen de üretim yaptığı tekke veya merkezler) yönetiminde kadınların söz sahibi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu durum, kadınların sadece ahi topluluğunun bir parçası olmakla kalmayıp, aynı zamanda bu kurumların idaresinde ve vakıflarının yönetiminde de aktif rol aldıklarını gösterir:

  • Ahi İsmail Zaviyesi (Aydın-Çine): 18. yüzyıl sonlarına ait belgeler, bu zaviyenin kurucusu Ahi İsmail'in soyundan gelenler arasında çıkan bir miras anlaşmazlığını konu alır. Bu belgelerde, Seyyid Mustafa'nın kızı Emine Hatun'un da zaviyenin gelirlerinden pay sahibi olduğu ve hakkını aramak için Divan-ı Hümayun'dan berat (izin belgesi) aldığı görülmektedir. Bu olay, bir kadının bir ahi zaviyesinin yönetiminde ve gelirlerinde hak iddia edebildiğini ve bunu resmî yollarla takip edebildiğini göstermesi açısından önemlidir.
  • Ahi Ömer Zaviyesi (Aydın-Koçarlı): Kuruluş tarihi tam bilinmemekle birlikte Menteşeoğulları döneminden beri faal olduğu düşünülen bu zaviye, Osmanlı döneminde de önemini korumuştur. 16. yüzyıl ortalarına ait kayıtlarda zaviyenin yönetiminin önce Melek Hatun, ardından Eslem Hatun isimli kadınların elinde olduğu görülmektedir. Daha sonra onların evlatları yönetime geçse de aynı yüzyılın ilerleyen dönemlerinde yine aynı soydan gelen Cihan Hatun'un zaviyenin başına geçtiği kaydedilmiştir.  Bu zaviyenin, Fatih Sultan Mehmed dönemindeki zaviyelerin gelirlerine el koyma politikasından muaf tutulması, onun bölgedeki önemini ve muhtemelen sosyal faydasını gösterir. Zaviyenin sahip olduğu değirmenler ve yaklaşık 600 dönümlük tarım arazisi, yöneticilerinin (dolayısıyla adı geçen kadınların) önemli bir ekonomik gücü idare ettiğini de ortaya koyar.
  • Ahi İklim Hatun Vakfı (Ankara): 16. yüzyılda Ankara'da yaşamış olan Ahi İklim Hatun, dönemin önde gelen ve nüfuzlu simalarından biriydi. Kendi adına bir vakıf kurmuş ve bu vakfa gelir getirmesi için kendi mülkünden 10.000 akçe gibi önemli bir meblağı bağışlamıştır. Bu paranın işletilerek elde edilen geliriyle vakıf görevlilerinin maaşları ödenmiş ve vakfın amaçları gerçekleştirilmiştir. Ahi İklim Hatun'un kendi adıyla vakıf kurabilmesi ve bu denli büyük bir bağış yapabilmesi, onun hem ekonomik gücünü hem de sosyal statüsünü gösterir.
  • Ahi Fatma/Ahi Ana Zaviyesi (Muğla-Balat): 16. yüzyıl tahrir defterlerinde Menteşe sancağına bağlı Balat'ın Kınık köyünde Ahi Fatma (veya Ahi Ana) isimli bir kadının faaliyetlerinden bahsedilir. Daha önce Ahi İslam tarafından idare edilen ancak onun ölümünden sonra viraneye dönen bir zaviyeyi, Ahi Fatma'nın tamir ettirdiği, para, eşya ve hayvan bağışlayarak yeniden kullanılır hâle getirdiği anlaşılmaktadır. Bu durum, bir kadının tek başına bir ahi kurumunu ihya edebildiğini göstermesi açısından önemlidir.
  • Ahi Kızı Mescidi, Türbesi ve Zaviyesi (Antalya): Antalya'da Ahi Kızı adıyla anılan bir kadına ait olduğu düşünülen bir mescit (1439 tarihli olabilir) yanında bir türbe ve bir de zaviye bulunmaktadır. Türbedeki sandukada adının "Ömer kızı Hamra" olarak geçtiği belirtilir. Bu yapılar kümesi, Ahi Kızı'nın bölgedeki saygınlığını ve muhtemelen ahi geleneği içindeki yerini gösterir.

Bu belirgin örneklerin dışında, Osmanlı kayıtlarında zaviye veya vakıf yöneticiliği (mutasarrıflık/mütevellilik) yapan başka birçok kadının adına rastlanır:

  • Konya'daki Mevlana Dergâhı'na bağlı Abid Çelebi Vakfiyesi'nde, Abid Çelebi'den sonra eşi Sitti Hatun, onun ölümünden sonra da Abid Çelebi'nin kardeşi Azize Ayşe Hatun vakfın yöneticiliğini üstlenmiştir.
  • Ankara'da Ahi Ahmed ve Ahi Tosun tarafından yaptırılan medresenin Ahi Ahmed'e ait hissesi, onun ölümünden sonra kızı Havize Hatun'a geçmiştir. 16. yüzyılda aynı vakfın dörtte bir hissesinin Ayşe Hatun'un tasarrufunda olduğu görülür.
  • Samsun'daki Ahi Ali Zaviyesi'nde 19. yüzyılda İbrahim Bey'in ölümüyle hissesi kızı Ayşe Hanım'a geçmiş, daha sonraki kayıtlarda Emine, Fatma ve Hatice Hatunların da vakıfta hak sahibi olduğu belirtilmiştir.
  • Gönen'deki Ahi Ali Zaviyesi'nde 18. yüzyılda Abdurrahman Çelebi'nin ölümüyle yöneticilik, kardeşinin kızları Selime ve Fatma Hatun'a ortaklaşa geçmiştir.
  • Tire'deki Ahi Alihan Zaviyesi'nde 19. yüzyılda mütevelliliğin yarısının Emine ve Saime Hanımların üzerinde olduğu tespit edilmiştir.
  • Konya'daki Ahi Evran Zaviyesi'ne Hâce Asiye Hatun isimli bir kadının ev ve bağlar vakfettiği bilinmektedir.
  • Afyonkarahisar'daki Ahi Recep Zaviyesi'nde 16. yüzyılda Ahi Emre'nin ölümüyle yönetimi oğlu ve kızı Ayşe Hanım birlikte yürütmüş, daha sonra Ayşe Hatun ve onun evlatları Mestan ve Fatma Hanım yönetimi devralmıştır.
  • Seydişehir'deki Ahi Segid Zaviyesi'nde 18. yüzyılda Rahîme ve Emine Hanımların mütevelli olduğu kaydedilmiştir.
  • Kastamonu'daki Ahi Tur Şah Zaviyesi'nin 18. yüzyılda Zeliha Hatun'un tasarrufunda olduğu anlaşılmaktadır.

Bu sayısız örnek, Osmanlı döneminde de kadınların ahi kurumlarının sadece bir parçası değil, aynı zamanda aktif yöneticileri, vakıf kurucuları ve hak sahipleri olarak varlıklarını sürdürdüklerini net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Anadolu kadınının ahilikteki kalıcı mirası

Tüm bu tarihi yolculuk, Türk kadınının sadece aile içinde değil, toplumun sosyal, kültürel, ekonomik ve hatta siyasi ve askerî alanlarında da tarih boyunca ne kadar aktif ve itibarlı bir konuma sahip olduğunu gözler önüne sermektedir. Anadolu coğrafyasında, İslam'ın fütüvvet anlayışının zengin bir yorumu olarak ortaya çıkan Ahilik teşkilatı, bu aktifliğin en belirgin sahnelerinden biri olmuştur.

Yüzyıl Anadolu'sunda Sultan 1. Gıyaseddîn Keyhüsrev'in vizyonuyla şekillenen Bâcıyan-ı Rûm, Abdâlân-ı Rûm, Gazâyan-ı Rûm ve Ahîyan-î Rûm şeklindeki dörtlü sosyal yapı içinde kadınlara özel bir teşkilat olan Bacıyan-ı Rûm'un varlığı, kadına verilen önemin ve onun örgütlenme kabiliyetinin somut bir göstergesidir. Bacıyan-ı Rûm, özellikle Moğol istilası gibi Anadolu Türklüğünün en zorlu sınavlarından birinde, gösterdiği direnç ve toplumsal katkıyla bir yüz akı kurumu olarak öne çıkmıştır.

Zamanla Bacıyan-ı Rûm'un ayrı bir teşkilat olarak varlığı sona erip ahilik yapısı içinde eridiği düşünülse de bu durum kadınların ahilik içindeki etkinliklerinin bittiği anlamına gelmemiştir. Aksine beylikler ve Osmanlı dönemleri boyunca, ahiliğin varlığını ve etkisini sürdürdüğü her yerde, kadınların da bu yapı içinde ağırlıklarını korudukları, pek çok ahi zaviyesinde yönetici pozisyonlara geldikleri, vakıflar kurdukları ve toplumsal hayata katkı sundukları sayısız örnekle sabittir. Bu kesintisiz varlık, Anadolu kadınının girişimci ruhunun, cesaretinin ve teşkilatlanma becerisinin ahilik geleneği içindeki kalıcı ve değerli mirasıdır.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...